Radyoterapim bittiğinde bir kutlama havasına
girdim, her zamanki gibi bu kutlamaları biraz fazla abarttığımdan yorgun
düştüm, hatta hastalandım. Doktor “dinlenmen lazım”
deyince de hem şehre yakın hem de her şeyden uzak, rahat rahat
dinlenebileceğim bir yer düşünmeye başladım. Şehre yakın olması
gerekiyordu çünkü arada kontrol için İstanbul’a dönmem gerekecekti. En
sonunda Abant’ta karar kıldım. Bahar tatiline girmiş olan çocuklarımı da
annem Ankara’ya alınca kesintisiz dinlenip detoks yapabileceğim tam on
günüm oldu.
Abant bana tahminimden de iyi geldi, bir kere göl-tatili için hava
son derece uygun, ne soğuk ne sıcak tam limonata kıvamında. Havanın ılık
oluşu göl kenarında yürüyüş yapmayı kolaylaştırıyor. Gölün çevresinde,
tam yedi kilometrelik ağaçlarla kaplı harika bir yürüyüş parkuru var.
İlk gün yarı yolu bile oflaya poflaya yürüdüm, yolun yarısında faytona
binip otele öyle döndüm, şu an hem sabah hem akşam bir tam tur
atabiliyorum göl çevresinde. Buradaki otellerin bakıp beslediği, hepsi
aşılı ve sağlıklı bir grup sokak köpeği dostum da benimle beraber
yürüyor her gün. İçki, kahve, kola falan da yok , arada sırada yediğim
sucuk-ekmek de olmasa tam detokstayım diyebileceğim sanki… İşin güzel
tarafı burada yürüyüş dışında yapılabilecek başka hiçbir şey yok,
güzelliği de şurada, gölün üstüne yerleşip, bütün gün boyunca çay içip
kitap okuyup keyif yapabiliyorsunuz. Otellerde internet olması da
cabası, lap-topunuz da yanınızdaysa ördekleri falan seyredip, kuş
seslerini dinleyerek çalışabiliyorsunuz da… Burası bana iyi geldi
nitekim, kisa sürede de dinlendim, toparlandım.
Abant’a tam olarak ne kadar kalacağımı bilmeden, bir nevi
plansız-programsız gelmiş olduğum için yanımda yeteri kadar ilaç
getirmemişim. İlaçlarımı içmeme lüksüm de olmadığı için, istemeye
istemeye, gölün rehavetinden ayrılıp, Bolu’ya Eczane aramaya inmek
zorunda kaldım. Keşke gitmek zorunda kalmasaydım, Eczane şehrin
merkezinde, en işlek caddesinin üzerindeymiş. Bulmam çok zor olmadı,
arabayı park edip indim, klasik bir şehir merkeziydi, uzunca bir cadde
üzerinde karşılıklı dükkanlar… İlk girdiğim Eczane’de ilacımı
bulamadığım için bütün caddeyi yürümek zorunda kaldım ve inanın içimdeki
bütün yaşam enerjisi tükendi. Sokakta neredeyse sadece erkekler vardı,
bakımsız, pejmurde, renksiz, asabi bir erkekler güruhu… birkaç tane
kadına rastladım, başları önlerinde hızlı hızlı yürüyorlardı, onlar da
erkekler gibi gri ve siyah giyinmişlerdi. Bir şehir merkezinde olması
gereken canlılık, telaş , heyecan ve devinimden eser yoktu. Sanki birisi
gelip, sokakların üstüne “ölü toprağı serpip” kaçıp gitmiş gibiydi. Bütün renkler silinmiş, geriye gri, ruhsuz, mutsuz hayaletler kalmış gibiydi…
Yanlış anlamayın taşrayla ilgili bir derdim yok, zaten olamaz da babamın işi gereği taşrada büyüdüm, benim derdim “yaşamla” . Bir saatliğine bir şehre inip orada gördüklerim üzerinden “genel geçer” tespitler yapıp ”ahkam kesecek”
de değilim. Bunlar sadece tanımadığım bir şehrin bana hissettirdikleri.
Belki de Bolu hiç de algıladığım gibi bir yer değil, ama dediğim gibi
bu benim “algım” ve bu “algı” oluşumunun tabii ki psikolojik temelleri var. “Mahalle baskısı”
üst başlığıyla ortaya çıkan, heykellerimizi söken, sanatımızı
yasaklayan, sokaktaki yaşamımızı engellemek için sandalyelerimizi
kaldıran, parklarda sevgilimizle el ele gezmemize izin vermeyen,
içtiğimiz içkiye kafayı takan, sevdiğimiz dizi karakterlerinin ”sanal yaşantılarından”
bile rahatsız olup onları zorla evlendiren, ateist olduğumuz için bizi
memleketi terketmek zorunda bırakan, yakılarak öldürülen yakınlarımızın
yasını tutup, hesabını sorduğumuzda “hak ettiğimiz için bunları yaşadığımızı ” söyleyen ve üstüne üstlük bütün bunları “özgürleşme” ve “normalleşme” adına yaptığını iddia eden bir zihniyet karşısında bende bir “algı” bozukluğu oluşmuşsa eğer, bence bu son derece doğaldır.
“Anadolu şehirlerinde, kasabalarında hayat nasıl yaşanır ” diye bir tez yazacak değilim. Afyon’daki içki yasağı sonrasında okuduğum kadarıyla zaten oralarda “içkili eğlence”
diye bir kavram da yok. Olmayan bir şeyin yasaklanmış olması da doğal
olarak oranın halkını hiç rahatsız etmiyor. İtiraz eden de rahatsız olan
da yine Twitter başındaki bizleriz. İnsanların şu kısacık hayatta
yaşamlarını nasıl geçirecekleri sadece kendilerini ilgilendirir. Hesap
vereceği “İlahi” bir merciiye gönülden inanan, yaşantısını tamamen “İlahiyat”
kuralları içerisinde geçirmek isteyen, dünyevi zevklerden haz almayı
kesinlikle kabul etmeyen, haz alanlardan da hoşlanmayan ve onlarla
birlikte yaşamak istemeyen bir zihniyetin mevcut olduğunu ve bu
zihniyetin bizim ülkemizde “çoğunlukta” olduğunu gayet iyi biliyorum. Yine kendi kişiliğim ve hayat görüşüm dolayısıyla bu insanlara sonuna kadar “saygı ” duyuyorum. Lakin ben artık Mazhar Alanson gibi düşünmüyorum. “Benim hala umudum yok” .
Karısının türbanla kamusal alanda çalışabilmesi için, kızının
türbanıyla üniversiteye girebilmesi için, kendimi cansiperhane
sokaklara, gösterilere atacağım arkadaşın benim özgürlüklerim için
kılını bile kıpırdatmayacağını, hatta kendi “bakış açısı” dışında yer alan hiçbir şeyi “özgürlükler dahilinde” saymayacağı için, yasakları destekleyeceğini, en azından “umursamayacağını” biliyorum artık. ”Biz farklılıklarımızla güzeliz”, “İnsanın kafasının içindeki önemlidir, dışındaki değil” sadece kendileri için geçerli olan romantik sloganlarmış belli ki …
“Sen bu ülkede yaşamıyor musun kardeşim?” diyeceksiniz şimdi bana, haklı olarak. Ben de size “Hayır yaşamıyorum”
diyeceğim, ben başka bir ülkede yaşıyorum, isterseniz size biraz benim
yaşadığım ülkeden bahsedeyim; Benim yaşadığım ülkede kadınlarla
erkekler, hiçbir başka niyetleri olmadan birbirleriyle
dostluk-arkadaşlık edebilirler, çocukluklarından beri beraber okuyup,
beraber büyüdükleri için birbirlerinden çekinmezler, korkmazlar,
birbirlerini baştan çıkarıcı birer “ nesne” olarak değil “insan” olarak görürler.
Bu ülkede kadınlar okullara gider, mezun olur ve ( diğer ülkenin
aksine…) çalışırlar. Kadınların ekonomik özgürlüğü vardır, onun için
onlar da sokaklarda, hayatın içindedirler.
Çocuk da yaparlar, kariyer
de, sanat da …
Tek başlarına tatile de çıkarlar, kız arkadaşlarıyla gece
eğlencesine de giderler, kimse onları yadırgamaz, kötü niyetle bakmaz.
Kadınlarla erkekler rahatça tanışır, flört eder, canları isterse
sevişirler. İlişkileri toplum için değil “kendileri için”
yaşadıklarından isterlerse evlenir, istemezlerse bir ömür beraber
yaşarlar. Baktılar olmuyor, hayatı mutsuz geçirmektense boşanır,
kendilerine yeni hayatlar kurarlar. Kimilerine “tuhaf”
gelebilir ama bu ülkede kadınlar farklı eşlerden çocuklar doğurup,
renkli-kalabalık aileler bile kurarlar. Kimi kadınlar ise bir babaya
bile gerek duymaz, çocuklarını tek başlarına büyütürler.
Bu ülkede “sokak” önemlidir. Hayatın nabzı sokakta atar, insanlar birbirine değer, temas eder konuşur. Bu ülkede “sanat” önemlidir,
yaşam alanlarımızda galeriler, müzeler vardır, lokantalarımıza,
kafelerimize resimler asarız, elimizden geldiği kadar sanatçılarımızdan
bir şeyler satın alırız, alamasak da onları takip eder, saygı duyar,
destekleriz. Müzik de önemlidir bizim için, konser salonlarını, caz
klüplerini falan hep biz doldururuz. Çoğumuzun okumuş yazmışlığı, kalem
tutmuşluğu olduğu için, yeni çıkan kitapları alıp okuruz, mizah
dergilerini, gazeteleri takip ederiz. Sinemadan, tiyatrodan, yabancı
dizilerden çok hoşlanırız.
Eğlenmeyi severiz, yaşamın tadını çıkartmak bizim için “ayıp”
değildir. Rakı sofraları kurup kadınlı-erkekli denize karşı güneşi
batırır, bir de utanmadan o sofralarda memleketi kurtarırız. Genellikle
fon müziğimiz de “Müzeyyen’dir” . Denizi severiz, sahil kasabalarını da
kadınlarımız sere-serpe güneşin altında yatar yazın, akşamları da
dekolte elbiseleriyle çıkarlar sahil boyuna, kimse yadırgamaz, kimse
dönüp bakmaz.
Farklılıklardan “gerçekten”
hoşlanırız, , marjinal yaşayanlarımız da vardır , ateistimiz de,
komünistimiz de … Birbirimizin dini inançlarını hiç merak etmeyiz. Benim
ülkemde dünya çapında ün yapabilecek nitelikte “gurme”
restoranlar açılır, gece hayatı belki de Avrupa’daki pek çok başkentten
daha renklidir,
Yoga-meditasyon kamplarımız,
detokslarımız-botokslarımız, bloggerlarımız-modacılarımız, eşcinsellerin
elele oturabildiği barlarımız-kafelerimiz, şapkalı-papyonlu
adamlarımız-ikoncanlarımızla falan yaşayıp gideriz…
Benim ülkemde mesela, Karolin Fişekçi diye bir kadın vardır, güzel, çatlak, marjinal bir kadın sanatçı. Memleketin “Nobel-Ödüllü” “erkek” yazarına kafa tutan, yaşadığı aşkın
arkasında duran, cinselliğinden ve cinselliğini sergilemekten korkmayan,
nev-i şahsına münhasır bir kadın.. . Ben mesela, Karolin’in topların
üzerine oturup “ şuh” pozlar verdiği, twitterda mini elbisesinin altına giydiği file çorabının resmini yayınladığı bir ülkede yaşamak istiyorum…
Daha önce de söylediğim gibi, şu kısacık hayatta herkes yaşam
biçimini seçmekte, kendine benzeyenlerle yaşamakta özgürdür, zaten de
öyle yaşamalıdır. Benim için “ruhsuz bir hayalet ” olan bir başkası için olması gereken en doğru şeydir. Bütün bunlar “ gerçek demokrasiye” geçiş sürecinin sancıları, “her şey pek bir güzel olacak”
diyen liberal arkadaşlarıma hala inanmak istesem de, hızla birbirinden
farklılaşan yaşam tarzlarımızın eninde sonunda bir ortak noktada
buluşacağını ümit etsem de, içimdeki “endişeli moderni” susturamıyorum. ”Benim olan” herşeyin hızla erozyana uğratıldığını hissediyorum, üzülüyorum, korkuyorum…” Tek isteğimiz uyum içerisinde beraberce yaşamak ” diyenlerin, samimiyetlerinden artık şüphe ediyorum, şüphemin de onların umurlarında bile olmadığını hissediyorum.
Karolin file çorabıyla o topun üzerinde oturabildiği sürece ben de bu ülkenin insanıyım. İndirdiğiniz zaman vatansız kalırım…
Ayşe Deniz
Ulusal Gazete
30 Nisan 2012 Pazartesi
BEN KAROLİN FİŞEKÇİ’NİN ŞUH POZLAR VERDİĞİ BİR ÜLKE İSTİYORUM
Yunus Balım tarafından Pazartesi, Nisan 30, 2012 saatinde yayınlanmıştır. Etiketler: YAŞAM | 0 yorum yapılmıştır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
Yorum Gönder